ALPER ŞİRVAN
**ENGELLİ BİREYLERE BAKIŞ**
Ortaokuldaydım o zaman... Aynı okulda resim öğretmeni olan babam ek branşı olan sanat tarihi konusunda ehil bir insan olduğu için gezi kolu sorumlusu olurdu. Spastik engelli olduğum için yürüyemiyor ve sağ elimi kullanamıyorum. İstanbul’a tedavi amacıyla defalarca gitmemize rağmen o güne kadar detaylı bir şekilde gezme fırsatımız olamadığı için o İstanbul gezisine ben de katıldım.
Hiç unutmuyorum; on beş yaşımdaydım. Eyüp Sultan camiinde gezerken yanıma yaklaşan yaşlı bir amca, istemsiz olarak açılıp kapanan sağ elimi tuttu; ardından da hızla uzaklaştı. O an elimde bir şey hissettim. Tepkisel olarak kapanan elimi açtıktan sonra avucumda bozuk bir parayla karşılaştım. Şoke olmuştum, kısa bir süre olayı tam kavrayamadım ama sonra parayı hırsla alıp kimse görmeden bahçeye fırlattım. O günden sonra da uzun süre kutsal yerleri ziyaret etmekten çekindim uzun yıllar...
Hayatımda ilk defa, toplumun “sakat(!) eşittir dilenci” ön yargısı ile yüz yüze gelmek beni çok üzmüştü. Üzerindeki kıyafet, yanındaki insanlar önemsiz detaylardı. Tekerlekli sandalyedeyseniz siz mutlaka ‘dilenci’ yani ‘daima yardım edilesi bir varlık’ olmalıydınız.
O anda o parada her karnesi takdir belgeli, sürekli ürettikleri ile öne çıkmış, ailesinin kimseden farklı görmeden yetiştirdiği ben değil, bir zavallıdan başka bir şey yoktu. Cahil bir vatandaşın densiz bir hareketi olarak görebilirdim bu hareketi ama “ya öyle değilse?” diye düşündüm. Lise yıllarımda, yazacağım hikâyelerle toplumu aydınlatmak gibi bir ideale sahiptim; sonraları bu konuda ne kadar başarılı oldum; tartışılır.
Çünkü zaman geçtikçe o amcanınkinden çok daha sert ve anlamsız ön yargılarla karşılaştım. Hadi o, cahil, bir ayağı çukurda bir ihtiyardı o an benim gözümde; ya sonra karşılaştıklarım?
Lisedeyken, okul çıkışında karşılaştığımız ve babama benim için zaman zaman “zekâsı nasıl?” diye soran insanların, okurken, işe girerken, çalışırken zorluk çıkartan insanların bu amcadan tek farklarının "diploma" olması, daha da acı...
Her şeye rağmen son yirmi yılda önemli mesafeler kat edildiğini düşünmekteyim. Artık, “engelli çocuğunuzu toplumdan kaçırmayın, onu sosyal hayatın içine katın” mesajlarının daha az verilmesi kadar, sokaktaki problemlerin, sosyal hayatın devamını sağlayacak unsurlarının en azından tartışılıyor olması bir adım... İnsanlar, engellilerin de yaşadıkları ortamı paylaşmalarından daha tabi bir şey olmadığını yavaş yavaş görüyor ve ölümle hayat arasında hep söylene geldiği gibi bir çizgi varsa hayatla engelli olmak arasında hiçbir şey olmadığı hakikatinin de farkına varıyorlar. .
Bütün bunlarla beraber, engelliye bir takım fazladan imkânlar vererek yaşadığı toplumdan soyutlama anlayışına da temelde karşıyım. Engelliler tatil köyü, engelliler otobüsü, engelliler parkı derken bu iş engelliler şehrine kadar gidecek sanırım. Şakası bile itici gelen bu olguyu, iyi niyetli fakat “pansuman” niteliğinde girişimler olarak görüyorum. Prensip olarak “herkes gibi, herkesle beraber” bir hayatı tercih ediyorum. Yaşadığım bir olay aklıma geldi:
Yıllar önce yaşadığım ilçenin o zamanki belediye başkanını evime çok yakın olan parktaki bir faaliyette yakalamış, o parktaki birçok bölüme rampa olmadığı için giremediğimi söylemiş, en azından belli yerlere rampa yapılmasını istemiştim. Başkanın bana söylediği gerçekten ibret vericiydi:
“Mesken’de engelliler parkı yaptık, oraya gidin.”
Dediği yer de oturduğum yerden en az 5 km. uzaktaydı... Kaldı ki, ona “keyfimin kâhyası mısın kardeşim, ben bu parka gitmek istiyorum.” demek vardı ama acı acı gülümseyip ayrıldım yanından... Sonraki dönemdeyse gerekli düzenlemeler yapıldı.
Bu olay, iyi niyetli tavırların dışında meseleye bakışı özetliyor aslında... Ben şahsen, herkesle beraber okumak, seyahat etmek, dinlenmek ve sonuç itibari ile “yaşamak” istiyorum. Yoksa iyi niyetli topluma entegrasyon çabası, dezentegrasyonu doğurur ki, bu hiç hoş değil...
Şehirlerimizi yöneten yerel yönetimlerimize, yapmaları kanunen zorunlu hale getirilmiş şeyleri hatırlatmak zorunda mıyız? Yedi yıl süre konmuştu hatırlarsanız bunun için… Yoksa yine birçok konuda olduğu gibi bu konuda da “yumurtanın kapıya dayanması” mı beklenecek?
Alper Şirvan
********************************************
AYFER ÖZCAN
Oğlum 2 Eylül 2002de pazartesi sabahı aramıza katıldı. Hastaneye gittiğimizde ilk normal doğum dendi. Son dakikada sezaryene alındım, Kendime geldiğimde oğlumun doğumda burnunun kanadığı yarım saat kuvöze konduğu söylendi ilk oğlum çok sağlıklı olduğu için, sorma gereği bile duymadım aklıma hiç böyle bir şey gelmedi ki. Dünyalar tatlısıydı oğlum ama sanki biraz yavaş ilerliyordu hareketleri, geç başını tuttu, sanki kambur gibi duruyordu, geç oturdu. Büyüklerim; “abisi hareketli her çocuk abisi gibi olmaz” demişti, ama içme bir şey oturuyordu büyürken. Oğlum 8 aylıkken tüm ailemi karsıma aldım doktora götürdüğümde öğrendim gerçeğı. Serebral Palsi denmedi ilk. “Beyninde kist var ama kalacak” dendi. “Büyürse, ileride alınacak fizik tedavi” dendi. 2 seneyi böyle geçirdik. sonra ameliyat edildi, kist alındı. 3 ay sonra kist yeniden oluştu. “Shunt takılacak beynine” dendi. “Yeter ki oğlum iyi olsun tamam” dedim. “1saatlik operasyon, 3 gün yatıp çıkacaksınız” dendi. Bir yattık 2 ay 9 ameliyat, menenjıt geçirdi. Hastanede ameliyat yanlış yapıldı. Olan hastalık ilerledi ve o ameliyatlar esnasında öğrendim serebral palsiyi. Doktor, “annesi bak” dedi, “Faruk serebral palsili, beyninin yarısı yok, yaşarsa da engelli olarak yaşayacak, ömür boyu sorumluluğunu taşıyacaksın.” “Olsun” dedim, yeter ki canı sağ olsun. Oğlum hayata tutundu. 10 ameliyattan sonra, 2 kere fıtık ameliyatı, bir shunt kopmasından ameliyat, ayaklarından ameliyat, toplam 16 kez ameliyat oldu. Her ameliyattan sonra, her şeye yeniden başladık, sabırla, emekle, sevgiyle. Büyüdükçe okul sorunlarımız başladı. Okula almak istemediler. “Gidecek oğlum” dedim. 1 sene anasınıfında sağlıklı bireylerle eğitim aldı. Ertesi sene sağlık sorunları yüzünden gidemedi. Engelli sınıfına verdiğimde, öğretmen denen şahsiyet 4. gün istemedi. Sebep; kek yerken yere dökmesi ve ağzının akması. Ben yine pes etmedim, “oğlum eğitim alacak” dedim. Çevredeki milli eğitimdeki tüm görevliler tanımıştı beni, çok savaş verdik çevreyle ve sağlığıyla; ama, oğlum şu anda engelli okuluna başladı. 15 gün oluyor. Her sabah kalktığında, “anne dıgıl dıgıl(okul demek oluyor)”ona göre. Yüzünde gülümsemeyle kalkıyor. Tüm yaşadıklarımızı unutturuyor. Her sabah hazırlanıyoruz okula gidiyoruz, oradan fiziğe. Şimdi çok şükür yürüyor. Her şeyi anlıyor, konuşamasa da bize her şeyi anlatıyor. Her sabah yüzündeki o gülümseme her şeye bedel. İyi ki var, iyi ki bizle… Diğer arkadaşlara da, ailelerine de tek söyleyeceğim: asla pes etmesinler, milim milim ilerliyor kabul; ama ilerliyor eğitimle, sabırla ve en önemlisi sevgiyle…
AYFER ÖZCAN
*********************************************
BERİL ŞEKER
Ben, 1977’de Batman’da doğdum. Doğum sonrası geçirdiğim sarılık hastalığı nedeniyle Serebral Palsi’li olarak hayatıma devam ediyorum. İlkokulu, “Ankara Halide Edip Adıvar İlkokulu”nda; ortaokul ve liseyi, “Ankara Çankaya Lisesi”nde okudum. 2000 yılında “Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü”nden mezun oldum. 2008 yılında, “Engelsiz Meslek Eğitimi Projesi” kapsamında, Namık Kemal Üniversitesi’nden “Muhasebe ve İşletme” sertifikası ve Anadolu Üniversitesi’nden “Muhasebe Bilgi Sistemi” sertifikası aldım.
Zamanımın çoğunu evde geçiriyorum. Bilgisayarı çok iyi kullanıyorum. Müziği çok seviyorum. Koyu bir Nilüfer hayranıyım. O’nun sesi ve şarkıları bana inanılmaz bir güç veriyor. Sevgi, dostluk, arkadaşlık benim için çok önemlidir. Bana güç veren ve hayata bağlayan eşi bulunmaz bir ailem ve eşi bulunmaz dostlarım var. Bu yüzden gerçekten çok şanslıyım. Ben artık engelli olduğumu hissetmiyorum. Asıl engelin, bazı beyinlerde olduğunu düşünüyorum. O beyinlere inat, hayatı her daim güzel yaşamaya çalışıyorum.
Unutamadığım pek çok anım var. Bunlardan bazıları şöyle;
Ben hiç özel eğitim okuluna gitmedim. Hep genel okullara gittim. İlkokul 1. Sınıftaki öğretmenimi hiç sevmezdim. Doğru dürüst ders yapmazdı. Güya, engelli çocuklar konusunda uzmandı; ama, hiç alakası yoktu. Bütün amacı, böyle çocuklara özel ders verip, para koparmaktı. Ben O’ndan özel ders almayınca, karnemde bir dersime kırık not vermişti. 2. Sınıfın 2. Yarısında başka bir öğretmen geldi. İyi bir öğretmendi; fakat beni istemediğini anlamıştım. Nitekim, sonradan öğrendim ki, bu öğretmen anneme defalarca “kızınızı alın bu sınıftan, ben ona bir şey veremem” demiş. Annem , o zaman bana bir şey söylememişti; ama,, ben hissediyordum. Var gücümle kendimi ispatlamaya çalıştım ve bunu başardım. Sene sonunda birbirimizi çok sever olduk; ama, birbirimize tam alışmıştık ki, başka bir yere tayini çıktı ve gitti.
3. sınıfta, dünyanın en harika öğretmenlerinden biri geldi ve üç yıl boyunca bizi okuttu, mezun etti. Bana ikinci bir baba oldu diyebilirim. Beden eğitimi derslerinde, bana eşofmanlarımı bile kendi giydirdiğiolmuştur. Bize emek verdi, bilgi verdi, sevgi verdi, her şey verdi. O’na minnettarım ve her şey için çok çok teşekkür ediyorum.
Orta 2. Sınıftaki Müzik öğretmenim beni derslerde yok sayıyordu. Benimle hiç konuşmuyor, bana soru sormuyordu. Yazılı da sözlü de yapmadı ve ara karneme 10 üzerinden 6 verdi. Diğer derslerim 7, 8, 9, 10 ve ben takdir alacağıma teşekkür belgesi aldım. Aslında, benim Müzik, Resim, Beden Eğitimi gibi derslerden rapor alma hakkım vardı; ama, ben buna gerek görmedim, her dersi almak istedim. Sömestr tatilinde, ben müzik öğretmenine bir mektup yazdım ve 2. Dönemin ilk dersinde kendisine verdim. Hatırladığım kadarıyla mektup şöyleydi:
Sevgili öğretmenim,
Siz beni yazılı mı yaptınız, sözlü mü? Bu 6’yı neye göre verdiniz? Kafadan attıysanız 1 ya da 10 da atılabilirdi. Geçen sene benim müziğim 10’du. Ben de sizi iyi bir öğretmen sanmıştım ama yanılmışım.
Sevgiler.
Öğretmenim, bu mektuptan sora, sınıfı yazılı yaptığında beni de yaptı; ancak, birkaç soruda nota yazılması gerekiyordu. Halbuki, benim nota yazmam imkansızdı. Dolayısıyla da o sorulara cevap veremedim ve düşük not aldım. Yılsonunda da karneme 5 geldi.
Diğer bütün öğretmenlerimi çok severdim. Onlar beni diğer öğrencilerinden asla farklı görmediler ve bana farklı davranmadılar. Hata yaptığımda kızdılar. Başarılı olduğumda övdüler. Tahtaya kaldırıp ders bile anlattırdılar, beni sabırla dinlediler. Ben hiçbir zaman onlardan kıyak istemedim, sadece hakkımı istedim ve onlar da bana bunu verdiler sağolsunlar.
Veee okul arkadaşlarım, canlarım, içlerinde bir tek ben engelliydim; ama, beni kendilerinden farklı görmediler. Beni sahiplendiler, birlikte gezdik, ders çalıştık, sırlarımızı paylaştık, kavga ettik, küstük, barıştık, hatta bir keresinde okuldan kaçıp botanik parkına gitmiştik. Okula tekrar dönerken yağmur bastırmıştı sırılsıklam olmuştuk ama çok eğlenmiştik. Okul arkadaşlarımla hala görüşüyoruz, sevgimiz ve bağlılığımız hiç azalmadı.
Bir 6 – 7 yıl önce, bir komşumuzun gününe gitmiştik annemle beraber. Ben pek günlere gitmem; ama, komşumuzun kızı arkadaşım olduğu için gittim. Bayağı kalabalıktı, bir sürü çocuk vardı. İçlerinden biri sürekli bana bakıyor, annesine “bu niye böyle” diyordu. Annesi de her seferinde çocuğu kucağına alıp benden uzaklaştırıyordu. Sonra da anneme şöyle demiş; " kızınızı alın gidin, çocuğum kızınızdan korkuyor."`Tabi biz hiç oralı olmadık. Bu olaydan bir ay sonra, yine bir anne-kızla karşılaştık. Küçük tatlı kız benden biraz korkmuştu. Uzaklaşmak istedi, annesi onu alıp bir kenarda konuştu onunla. Tekrar yanıma geldiler. Ben özür diledim küçük kızı korkuttuğum için. Annesi bana aynen şu cevabı verdi: “Hayır Beril olur mu öyle şey o sana alışacak” dedi ve dediği de oldu. Küçük kız bana alıştı.
İşte iki anne arasındaki fark………. Yorum sizin……..
********************************************
İlköğretimimi İstanbul’da tamamladım. Lise’yi eğitim şartlarının olumsuzlukları sonucu dışarıdan (Açıköğretim) bitirmek zorunda kaldım. Halen Açıköğretim Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde okumaktayım.
1996 yılında bilgisayar teknolojisi ile tanıştım. Megasoft Şti’de teknik eğitim aldım bir süre. Burada donanım ve yazılımla ilgili temel bir çok şeyi öğrendim. 1998 yılında bir televizyon programı sayesinde Nihat Özcan ile tanıştım. 1999 yılında Nihat Özcan’ın şirketi Birleşik Heyecanlar’da grafik animasyon işleri yaptım. Daha sonra bir çok projede beraber olduk.
Seyahat etmeyi, bisiklet binmeyi, teknoloji v bilişim dünyasıyla ilgilenmeyi çok seviyorum. Kitap okumak asla bir boş vakit geçirme aracı değildir o bir tutkudur benim için.
SHOW REEL
1996 Megasoft Teknik Servis
1999 İsmet Paşa Belgeseli, Grafik Animasyon
2000 Kanal D Zaga, Grafik Animasyon
2001 Star Zor Karar, Set Sorumlusu
2002 Kemal Sunal Belgeseli, Grafik Animasyon
2003 Kanal D, Yuvam Yıkılmasın, Set Sorumlusu
2004 Atv, Patron Kim, Reji
2005 Star, Zor Karar, Reji
2007 www.netporthaber.com Genel Yayın Yönetmeni - Editör
2008 Atv, Şanş Yolu, Reji
2008 Nükleer Enerji Belgesel, Redakte
2008 Haber Veri Yorum Konferans, Redakte
2009 TRT, Zoraki Başkan, Set Ekibi
Başımdan geçen onca kötü olaya inat güzel bir anı yazacağım ben.
Kuşadası’nda hergün bisiklet bindiğim yerden sıkılıp uzaklaşmaya karar verdim. Çok açılmışım kayboldum. Sordum birine nerdeyim diye 10 km gitmişim adam beni jandarmaya götürdü bıraktı. Korktum. Ailem geldi aldı neyse ki.